Ngũgĩ wa Thiong’o ülkesi Kenya’nın, Abdulrazak Gurnah memleketi Tanzanya’nın anlatıcısıysa Damon Galgut da doğduğu Güney Afrika’nın anlatıcısı.
Galgut’un romanlarında siyah ve beyaz Afrikalılar, siyahlar ile Afrikalı olmayan beyazlar arasındaki gerilimler, savaşlar ve sömürgeciliğin kıtaya özgü hallerinin yanı sıra Afrika’nın kasten geri bırakılmışlığı ve Beyaz Adam’ın eylemleri öne çıkan temalar. Yazar, bütün bunlara insanların, toplulukların ve toplumların ilişkilerini, diktatörleri, Beyaz Adam’la işbirliğine girişip halkına sırtını dönenleri, Güney Afrika’yı kasıp kavuran ırkçılığı ve ayrımcılığı da ekliyor. Dolayısıyla “Güney Afrika rüyasını” yaratanların ve ondan pay almak için mücadeleye girişenlerin hikayesini anlattığı metinlerinde, hem kişisel mutsuzluk ve uyumsuzlukları hem de coğrafyaya özgü tehlikeleri, utanç ve suçları getiriyor karşımıza. Söz konusu anlatıları aile hikayeleriyle, sorgulanan tercihlerle, siyah-beyaz çelişkisiyle, yersiz-yurtsuzluk hissiyle, unutuş ve hatırlayışlarla bütünlüyor.
Galgut, aynı zamanda iç içe geçen hayatların anlatıcısı; birbirine düşen, yabancılaşan ve karşısındakini geç de olsa tanıyanlara dair hikayeler kurguluyor. Bunlara gerçeklerin eğilip bükülmesi veya yalanlar, ikiyüzlülükler ve hesaplaşmalar da dahil.
Galgut, ‘Domuzların Güzel Çığlıkları’nda bir kez daha Güney Afrika’daki gerilimlerle, çelişkilerle ve hesaplaşmalarla buluşturuyor bizi. Romanın başkarakteri Patrick, vatanı Güney Afrika’yı komşu Namibya’ya karşı savunmak için cepheye gönderilmiş askerlerden biriyken kısa süre sonra annesinin Namibyalı sevgilisiyle tanışınca önyargılar, travmalar, öğretilen düşmanlıklar ve acılar da peşinden geliyor. Başka bir deyişle Patrick’in geçmişi ve geleceği ile Güney Afrika’nın dünü ve yarını arasındaki ikilemler su yüzüne çıkıyor.
KESİŞEN YOLLAR
Galgut, fonda Güney Afrika’nın alacakaranlık geçmişinin yer aldığı ‘Domuzların Güzel Çığlıkları’nda bir aile hikayesini, Patrick’in öyküsü ve annesiyle ilişkisi üzerinden anlatıyor.
Patrick, ebeveynleri ayrılmış ve annesinin siyah sevgilisiyle tanışma arifesinde olan bir genç. O güne kadarki yaşamından hem ailevi anlamda hem de Güney Afrikalılığı babında fırtınalar eksik olmamış.
Yirmi yaşında evlenip “alelacele büyüyen” ve eşinin istediği biri olmaya başlayan annesini anlatan Patrick, evdeki hüznü belli bir zamana dek ülkenin tamamına yayılan durgunluğa benzetiyor. Ebeveynleri ve kardeşleriyle mutlu bir aile gibi davrandıkları anların yanı sıra annesinin hayatındaki eksikleri tamamlayacağına dair umudunu hatırlıyor: “Babam evdeyken annemin şefkatine dair bütün izler yeraltına çekilirdi. Annem bana nazik, hatta resmî davranırdı. Bütün gece çalışma odasındaki deri koltuklardan birinde oturur, ellerini halı dokumakla, dikişle veya mektup yazmakla meşgul ederdi. Konuşunca da çok yumuşak bir tonda mırıldanırdı. Bana baş başayken eksiksizce ifade ettiği sevgisinin devam ettiğini böyle anlarda ancak ufak işaretlerle anlayabilirdim.”
“Kültürlü öküz” dediği babası, her daim şefkatli ve babasının silikleştirdiği annesiyle genellikle boşlukların olduğu fakat maddesel anlamda dolu çocukluğunu anlatan Patrick, lise sonrası asker olan ve trafik kazasında ölen kardeşinin ardından, evde meydana gelen noksanlığı da omuzlarına binen başarısızlık korkusunun yükünü de hatırlıyor. Halının altına süpürülen mutsuzlukların aniden ortalığa saçılıp ebeveynlerinin kısa sürede boşanmasını ve annesinin kendisini keşfetmesini de…
Bu sancılı dönemde Patrick’in askerlik çağı gelip çatıyor, annesi eski kocasının gölgesinden uzaklaşırken o emir komuta zincirini kavramaya uğraşıyor. Anne ve oğulun yolu bu kez de Güney Afrika’nın “düşmanı” Namibya’da kesişiyor; ikili, birbirinin geçmişine doğru bir yolculuğa çıkıyor: Her hayvanın farklı bir yöntemle öldürüldüğü ve annesinin çocukluğunun geçtiği çiftliği tüm ayrıntılarıyla anımsıyor Patrick.
SIRADAN SAYILAN ÖNYARGILARLA YÜZLEŞME
Patrick ve annesinin Namibya yolculuğu, “sömürgeci öncülerin tarihî seyahati”nin bir minyatürü ya da canlandırması âdeta. Üstelik bu gidiş, bir buçuk yıl evvel Namibya ordusuyla savaşmak üzere cepheye gönderilen Patrick için daha bir manidar.
Daha önce hiç siyah sevgilisi olmayan annesinin bir ilki yaşaması, bu yolculuğu Patrick için özel kılıyor. Galgut, tam bu noktada Güney Afrika’nın yakın geçmişine dair küçük bir kazıya romanın başkarakteri, onun annesi ve sevgilisi üzerinden girişiyor: “Daha önceki tüm ilişkilerinde olduğu gibi annem, Godfrey’nin ötesinde bir şeyin, Godfrey’nin temsil ettiği fikrin peşindeydi. Son zamanlarda Afrikalı olmakla ilgili sıklıkla konuşmaya başlamıştı, kıtaya bir şekilde bağlı olmakla ilgili. Ama kendisini nasıl kökleşmiş hissettiğiyle, buralara nasıl ait olduğuyla ilgili bu iddialar, gururdan çok hüzün belirtiyor gibiydi. Sanırım Godfrey’yle yakınlaşmadan önce aşması gereken büyük bir psikolojik bariyer vardı. Annem derinlerde bir yerlerde hâlâ, o çiftlikte annesiyle babasının -hatta belki benim babamın bile- gözetimi ve yargısı altındaki ufak Afrikaner kızıydı. Oysa şimdi bunu aşmıştı, özgürlüğünü kazanmıştı.”
Annesinin hayatındaki ikilemlerin benzerinin ülkesi Güney Afrika için de geçerli olduğunu fark ediyor Patrick: “Düşman” Namibya’yla savaş, siyah-beyaz ayrımı, otoriter baba misali sömürgeciler ve annesi gibi kendisini bulmaya ya da köklerini yeniden keşfetmeye çalışan Güney Afrika…
Patrick, annesinin sevgilisi Godfrey’le tanıştıktan sonra Güney Afrika’nın daha evvel görmediği noktalarına da gidiyor ve aslında “hiçbir şey uğruna savaşıldığını” anlıyor. Haritalardaki yapay sınır çizgilerinin ve insanların kendilerine ait bölgeler için savaşıp can vermesinin absürtlüğünü kavrıyor. “Karşı cephede” yer alan ve tıpkı “kanser gibi yok edilmesi gerektiği” Güney Afrikalı askerlerin zihnine işlenen Namibya’yı da öğreniyor. Yaklaşan seçimlerin “Namibya’ya özgürlük, Güney Afrika’da sonun başlangıcı” anlamına geldiğini fark ediyor.
Godfrey’le tanışması, Patrick’in yıllarca sıradan sayılmış önyargılarla yüzleşmesini sağlıyor. Afrika kültürünü değiştirmeye çalışan ve kendisini fazla ciddiye alan Beyaz Adam’ın, kıtanın esas sahiplerine yapması gerekenleri söylemesi, Godfrey’in ifadesiyle “küçük hayatlarını aşırı önemsemesi” demek bir anlamda. İnsanların kendi topraklarında sürgünde gibi yaşama ya da memleketinde yabancı muamelesi görme nedeninin de bu tavır olduğunu fark ediyor Patrick.
Dalgut, Patrick’in anlatıcılığında hem Güney Afrika’nın politik ve kültürel gerilimlerine hem de karakterlerin bu ortamdaki ruh hallerine dair çözümlemeler yapıyor. Bunlarla beraber, Patrick’in hem fizikî sınırları aşmasını hem de önyargılarından sıyrılarak Güney Afrika’da olup bitenlere daha geniş bir açıdan ve gerçeklerin ışığında bakmayı öğrenme sürecini anlatıyor ‘Domuzların Güzel Çığlıkları’nda. Kısacası yakın geçmişe ait bir Afrika hikayesine imza atıyor.